Ön Okuma: “Kaçak”

Kavurucu sıcaklarda klima hiçbir anlam ifade etmediğinden ötürü, arabamın sürücü camları olabildiğince açık bir şekilde ardı gelmeyecek gibi görünen otoyolda ilerliyordum. Yüzüme vuran güneşi amorti edebilmek için hızımı, daha doğrusu hızımdan dolayı kazandığım rüzgarı kullanıyordum.

Başlangıç noktam Datça’ydı, varış noktam olan Bodrum Havaalanı’na ise az kalmıştı. GPS cihazında dört saati biraz aşkın olarak görünen mesafenin dörtte üçlük kısmını geride bırakmış bir konumdayken, koltuğumun yanındaki şişeden birkaç yudum su içtim. Terden kapanmak üzere olan gözkapaklarıma su serpmek isterken bir avucu biraz geçkince su, üstüme dökülüvermişti.

Beni ani fren yapmaya iten bir reflekse ayak uydururken, araba hafif yana doğru kaykılıvermişti. Kontrolü kaybetmeye başladığımı düşünerek paniğe kapılmış bir halde direksiyona iki elimle birden sarılmaya çalışırken halen sağ elimle tuttuğum su şişesi arabanın camına doğru fırlayıvermişti.

Şişenin içindeki su önce cama, camdan seken birkaç damla olmak da yüzüme sıçramıştı. Telaşla silecekleri çalıştırdıysam da suyun camın iç kısmında olduğunu birkaç saniye sonra anlamış ve silecekleri durdurmuştum. Tam ortada duran silecekler ve iç kısımdaki su yüzünden görüş alanım iyice azalmışken yana doğru dönmeye devam eden arabanın sağ arkasından tok bir çarpma sesi geldi ve araba durdu.

Bir iki dakikalık sersemlik seremonisinden sonra irkilerek el frenini çekip arabadan indim. Koşar adım arabanın arkasına doğru ilerlediğimde acı gerçekle karşılaştım: Yola devam etmem, en azından bu araçla, mümkün değildi. Yolun kenarındaki barikata tersten bodoslama dalmıştım ve tampon ile sağ arka tekerleğin arasına giren bir demir parçası hem arabanın “façasını” çizmiş hem de tekerleği yarmıştı. Canım sıkkın bir şekilde, arabanın bagajına yaslandım. Sanki yeterince üzülürsem saniyeleri geri alacak gibi hissediyordum kendimi ancak çocukken de işe yaramayan bu formül, 32 yaşımda da pek işe yarayacak gibi durmuyordu.

En nihayetinde girdiğim şok halinden sıyrılıp telefonuma uzanıp ekran kilidini açtığımda karşılamam gereken uçağa sadece bir buçuk saat kaldığını görüp içimden fakat içten bir küfür savurdum. İnternet bağlantısını açıp bulunduğum yere en yakın araba tamircisini aramaya başladım. İki dakika geçmemişti ki birisini bulmuştum. Birkaç dakika sonra ise lokasyon bazlı bir tarifte bulunup çekici getirmesi üzerine anlaşmıştım. Tamircinin dükkanı çok uzak değildi ancak çekiciyi bulması biraz zaman alacaktı.

Sorun değildi.

Gayri resmi bir görevde olduğum için resmi bir araç tahsis edemezdim ama mevkimden ötürü maddi ödeneğim vardı ve bu da yeni bir araç tahsis etme şansımı arttırıyordu. Sıcağın tam altında yanmaktansa, arabanın içinde oturarak pişmeyi tercih edip tekrar sürücü koltuğuna oturdum. Sıcak gittikçe şiddetini arttırırken cama püskürmüş su hızlıca kurumaya başlamıştı.

Su damlalarının cılız hareketlerle aşağıya inmelerini izlerken bir yandan saatime bakıyor ve uçağı nasıl olup da kaçırdığımı düşünüyordum. Havanın inceden kararmaya başladığını görünce kafamda kaba taslak bir hesap yaparak tamirciyi aradıktan sonraki bekleme sürecimin dört saati geçtiğini fark etmiştim! İçim geçmiş olmalıydı, sinirle telefona sarılmışken ileride farları pek de güçlü yanmayan ve ağır aksak ilerleyen büyük bir araç belirmişti. Tam içinde bulunduğum araçla aynı hizaya geldiğinde duraksadı ve içinden kara kuru, kirli sakallı ve saç kıran gibi bir hastalık sebebiyle olsa gerek saçları bölüm bölüm dökülmüş birisi kafasını uzattı.

-Abi, siz mi çekici çağırdınız?

Genel anlamda nüktedan bir kişiliğim olduğu söylenegelirdi. En kritik ve ölümcül toplantılarda bile ortamın gerginliğini azaltan esprilerin benden çıkması artık iş çevremde bir klasik halini almıştı. Ancak böyle bir durumda espri yapamayacaktım. Kafamı olumlu anlamda sallayıp araçtan indim.

Çekicinin şoförü de araçtan inip hasarlı bölgeye bakmak için yan koltuktan bir fener almış ve arkaya doğru ilerlemişti. Kısa bir an sonra, hasarın arkada olduğunu nasıl bildiğini düşünmeye başlamış ve peşinden gitmiştim.

Arkaya vardığımda ise şoför yerinde yoktu.

Fener yerde, ışığıyla hasarlı bölgeye doğru bakacak şekilde, duruyordu.

-Bu nasıl bir şaka böyle kardeşim! diye bağırarak yere doğru uzandım ve feneri elime aldım.

Cevap gelmeyince biraz ürpermiştim. Yine de kararlı bir şekilde aracın arkasından dolanıp araçla bariyerler arasında kalan kısma bir göz attıysam da şoförü bulamadım. Uzaktan bir ses belirince gözlerimi kısıp yolun ilerisine baktığımda ufak çapta bir şok geçirmiştim: Birkaç dakika önce uzaktan belirmiş olan çekici, gene aynı yerden geliyordu.

Gayri ihtiyari bir şekilde birkaç dakika önce park ettiği yere baktığımda yolun sol kısmında çekiciden eser olmadığını gördüm ve şaşkınlığım birkaç doz daha arttı. Dudaklarımı yalayarak elimdeki fenere baktım. Gözlerimi kırpıp açtığımda hala elimde olması, şaşkınlığımı iyice tavan yaptırmıştı. Tuttuğum kısmı gözlerime yaklaştırdığımda silik bir şekilde “Osman” yazılı olduğunu görüp feneri kapattım. Bu esnada çekici, bir kez daha, aracın yanına yanaşmıştı.

Gene aynı adam şoför koltuğundan başını uzatmış bir şekilde aynı soruyu sordu: Çekiciyi ben mi çağırmıştım? Başımı tekrar salladım. Kocaman araçtan aşağıya bir çırpıda inip yanıma kadar geldiğinde üstünü başını yoklamaya başlamıştı. Elini alnına vurup bezgin bir sesle konuştu:

-Feneri araçta unuttum be abi! Hemen geliyorum!

Durmasını işaret edip elimdeki feneri gösterdim ve eline tutuşturuverdim. Sanki o fener büyük bir suç objesiydi ve ben delilleri temizlemesi için ona teslim ediyordum. Feneri yakarken hiç bozuntuya vermedi ancak ışık yandığında bir çığlık attı. O çığlık atınca ben de irkilip ufak şiddette bir küfür savurdum.

-Abi, bu benim fenerim! Üstünde adım bile yazıyor! Nereden buldun bunu?

Haydi bakalım, al başına belayı. İşler iyice sarpa sarıyordu.

-Senin değildir o, dikkatli bak.

-Yok abi, benim bu! Bak, ‘Osman’ yazıyor. Hafif silinmiş ama hala okunuyor. Osman. Benim o işte.

-Kardeşim, senin fenerin bende ne arasın? Git araçtan kendi fenerini bul getir, o zaman bana inanırsın belki!

Sert çıkışmamın ödülünü, adamın şaşkın bakışlarla araca gitmesiyle almıştım. Benden uzaklaştığı her salise, benim ürpertimi biraz azaltmaya yetmişti. Araca çıktı, birkaç saniye yan koltukta bir şey aradı ve sonra birden bire aşağı indi.

-Abi, haklıymışsın ama aynısı; bak!

Diğer elinde tuttuğu feneri de yakıp ikisini birden benim gözüme doğrultmuştu. Ellerimi yüzüme siper etmeye çalışırken hem uzaktan hem de yakından geliyormuşçasına bir uğultu duymaya başladım. Uğultudan ziyade, bir tıkırtı gibi…

Şiddet artarken irkildim ve güneşin tam da ön cepheden aracın içine girdiği bir konumda, ter revan içinde kalmış bir halde uyanmış buldum kendimi. Cama tıklatan meçhul adam tarafından uyandırılmışken şükran duyuyordum ancak gördüğüm rüyanın bende bıraktığı gergin hâl de bakiydi. Bu karmaşayla cama doğru dönmüşken, camdan bana bakan yüz her şeyi başa döndürdü resmen: Rüyamdaki saçkıran hastası şoförden başkası değildi bu!