Bekar bir adam ile boşanmış bir adam arasında toplumsal statü bazında neredeyse hiçbir fark yoktur ama yaşam alanları, her ne kadar birbirini andırsa da temelde farklılıklar taşımaktadır. Bekar bir adamın evine, kelimenin tam manasıyla bir düzensizlik hakimdir. Boşanmış bir adamın evine ise, düzensizliğin hakim olduğu bir düzen çöreklenmiştir. İki arada bir derede kalmışlık, her bir metrekarede kendisini belli eder; alıştığı sistematik bir yaşantıyı, bekarlığın sağladığı başıboşluğun içinde sürdürme çabası elbette dikkatli bakışlardan kaçmayacaktır.
Bir süredir günlerini sadece uyumak ve uyanık kaldığı süre içinde ayılmamaya ayıran Komiser Tahsin’in evi ise hiç olmadığı kadar düzensizdi. Boşanmasından sonra geçen süre zarfında kendisini hiç bu kadar koyvermemişti.
Gözleri aralanmışken, geri kapanıverdi. Yattığı kanapenin hemen dibinde sıralanmış bira şişeleri, çizgi film tınısında bir ses çıkarıyor gibiydi. Varlıkları bile, odaya çöken kurşunî ağırlığı körükler cinstendi.
Yattığı yerde döndü huzursuzca. Eli, yastığın altındaki madalyona gittiğinde istemsizce iç çekti. Annesinin madalyonuydu bu. Ölümünden sonra dahi kendisini affettirme adına en ufak bir adım atmadığı; sırf bu yüzden kendisini de affetmediği tüm günahlarının müsebbibi, son dönemlerinde hastalığından ötürü iyice ufak tefek kalan o kadının…
Rüyalarında onu görmüyordu ama. Bütün zamanını bakkalın çırağının getirdiği biralarla geçirmesine rağmen, rüya görüyordu ama rüyalarında annesi olmuyordu. Nevzat oluyordu.
Aynı güne defalarca geri dönüyordu.
Koşarak yetiştiği balıkçı barınağında, tam Nevzat’a hamle yapmak üzere yakalıyordu Yasin’i. Nevzat önce şaşırsa da sonra elini uzatıp Tahsin’in omzuna atıyor ve “Yine yetiştin!” diye fısıldıyordu.
Yetişememişti oysa ki…
İstisnasız her seferinde, tam Nevzat’ın eli kendi omzuna değdiğinde ürpererek sıçrıyordu uykusundan. Gene böyle olmuştu ama bu kez farklı bir şey vardı. Günlerdir odaya hakim olan bira kokusunu bastıran bir koku çarpmıştı burnuna: Lahmacun kokusu.
İnsanların rüyalarında koku almayacaklarını düşünürdü hep, tam tersi durumda çeşitli psikolojik bozukluklardan söz etmek mümkündü… Ürpertiyle, kendi psikolojisi konusunda kafasında beliren soru işaretleri eşliğinde uykuya tekrar dönecekken bir homurtu işitti. Kulaklarını kabartırken, alışkanlık gereği elini yastığın altına uzattı. Tabancası hep orada olurdu, ancak bu kez yoktu. Tabancasını, Nevzat’ın cenazesinden döndüğü gün üzerindeki tüm kıyafetlerle birlikte yatağının üstüne attığını hatırladı hayal meyal.
Bu esnada yastığın altında gezinen eli, daha önce defalarca olduğu gibi gene annesinin madalyonuna çarpmıştı. Fakat günlerdir alışageldiği üzere bu aşama sonrası rüyaya dalmayınca bütün bu gerçekçilik, burnuna çarpan kokuyla birleştiğinde uykuda olmadığını anladı Komiser Tahsin. Burnuna çarpan kokunun kaynağını ararken, gözü kanepenin tam karşısındaki televizyonun yanında duran tekli koltuktaki karartıya çarptı ve birkaç saniye öncesi gibi tabancasını aramak isteyen eli tekrar yastığının altına gitti.
“Dur, dur!”
Gelen ses tanıdıktı. Kafasında biraz gerilere gittiğinde, bu sesin sahibini hafızasından çekip çıkarıverdi: Müdür. Bu eşleşme sonrası aklında bir soru daha belirivermişti: Eve nasıl girmişti?
Ayağa kalkan Müdür, elindeki poşeti Komiser Tahsin’e doğru uzatırken sözlerini sürdürdü:
“Bakkalla konuştum, günlerdir eve adamın çırağından başkası girmiyormuş. Onun da tek getirdiği şey biraymış… Karnın acıkmıştır diye düşündüm.”
Komiser Tahsin, uzanıp poşeti almış ve bir çırpıda içindeki paketi açıp burnuna iyice çarpan lahmacun kokusunun harekete geçirdiği midesini bastırma girişimine başlamıştı. O yemeğini yerken Müdür de kalktığı koltuğa geri oturmuş, onu izlemeye koyulmuştu. Önündeki poşette iki üç parça lahmacun kaldığında mahçup bir şekilde kafasını kaldırıp karanlığın içinde kırpıştırdığı gözlerini Müdür’e dikmişti. Bu talepkar bakışlara istinaden, güleç bir “Yok, sağol” cevabı gelmişti Müdür’den.
Bu cevabı takiben birkaç saniye içinde poşetin içinde kalan birkaç lahmacun da Komiser Tahsin’in midesini boylamıştı. Uzun süre yemek yemeyip bir anda karnını dolduran herkeste olacağı üzere bir mide ağrısı baş gösterdi Komiser Tahsin’de. Dayanamayıp iyice doğruldu yattığı kanepede.
Yastığı da sırtına destek yaptıktan sonra gözlerini Müdür’e dikmişti ki, karşısındaki adamın hareketlendiğini fark etti karanlığın içinde. Gözleri hareketleri takip eder kıvama geldiğinde ise, Komiser Tahsin kendisine uzatılan sigara paketini fark etmişti. Paketin içinden bir sigara çeken Müdür, kalanını Komiser Tahsin’e bırakmıştı.
Bir müddet sessizce sigaralarını içen ikilinin kültablası arayışına ise boş bira şişeleri yetişti. Aralarındaki sessizliği bozan ise Komiser Tahsin oldu:
“Hayırdır?”
Müdür, öksürüp boğazını temizledikten sonra “Pek hayır değil…” diye homurdandı.
“Senin dinlenip kendini toparlaman hepimizin istediği şey Tahsin. Ama sana bir teklif sunmaya geldim şimdi… “
Komiser Tahsin, sigarayı tuttuğu elini havaya kaldırıp Müdür’ü durdurdu.
“Ben kaç gündür bu haldeyim?”
Müdür, bekletmeden cevap verdi:
“Beş…”
Komiser Tahsin bir ıslık öttürdü, yerinde istemsizce daha fazla doğruldu.
“Ne diyorsun ya? Beş gündür mü?”
Müdür, elini havada salladı.
“Geç şimdi bunları. Diyorum ya, bir problem yok. Uzun süredir dinlenmiyorsun zaten, son yaşananlar iyice yıprattı seni. Sen dinlenmene bak. Fakat burada değil…”
Komiser Tahsin, son nefeslerini çektiği sigarasını silkecekken bira şişesinin içine düşürdü şaşkınlıktan.
“Ne demek “Burada değil”?”
“Yasin’in evinde yaptığımız aramada günlüğünü bulduk Tahsin. Durum biraz ciddi… Çocuk zaten manyak ama kafayı da sana takmış. Günlüğü okuduğunda sen de anlayacaksın. Biz Yasin’i kovalarken, senin bir süre buradan uzaklaşman en doğrusu olacak!”
Bu sözler üzerine biraz duraksayan tecrübeli polis, “Peki ya kabul etmezsem?” diye sordu.
“Sana teklif sunuyorum dedim, soru soruyorum demedim.”