04:00 | Hatırlamak, Unutmaktır
“Bu elimdekine -hatırlatma tabancası- diyorum…” diye homurdandı isterik bir halde. Adamın saçları birkaç saat önce derli toplu olabilirdi. Ama şu an ona bakan birisinin, görüntüsü nihayetinde tek fikri ‘karman çorman bir insan’ olduğu olurdu.
Yakından bakılırsa jöleli olduğu anlaşılabilecek; yer yer beyaz telleri olsa da siyah, gür saçları dağılmıştı. Ceketi sandalyesine yamuk yumuk asılmıştı. Gömleğiyse birkaç düğmesi açık olmakla beraber şık durmayan bir şekilde duruyordu. Dağılmış, harap olmuştu.
Gözleri zaman zaman seyiriyor, dudağı anlamsız bir gülümsemeyle kıvrılıyorsa da saniyenin binde biri bir sürede tekrar düzelip uzun bir somurtma sürecine kapılıyordu. Önünde duran boş bardağı ağzından tutmuş, masada çeviriyordu. Dudaklarını yalayıp bardağı işaret etti. “Barmen… Tekila!”
Ve çılgınca bir kahkaha koyuverdi. Hemen hemen boş barda bu kahkahası yankılandı…
Adamla ve barmenle beraber barın farklı masalarında olmak üzere dört kişi daha vardı. Üçünün sırtı dönüktü fakat birisi, boş bardağını işaret eden sarhoş sayılabilecek ama gözleri çakmak çakmak bakan gür saçlı adama doğru bakıyordu. Gözleri delip geçer gibiydi, belki beynini okumak istiyor ama bir duvara çarpıp çarpıp dönüyordu!
Barmen, saatine baktı. Gecenin dördü olmuştu. Normal şartlarda bu saatte çoktan uyumuş olurdu ama barın genel tavrı gereği tek bir müşteri bile varsa sınırsız sürede hizmet etmek zorundaydı. Dudağını büzdü, tekilayı bardağa döktü. Yine de bu hizmetleri mükâfatlandırılacaktı, patronu adaletli bir adamdı. Bu fazla mesaisi ona gereğince izin olarak dönecekti, daha önceleri de olduğu gibi… Sevgilisini düşündü, uzun zamandır görüşemediği bir sevgilisi vardı. Vakitsizlik aralarına kara yılan gibi giriyordu… Dudağını tekrar büzdü, son buluşmaları biraz… Düşündüyse de cümleyi tamamlayacak uygun kelimeyi bulamadı. Elleri kaşınmaya başladı. Ne zaman bir şey aklına takılsa hep aynı şey olurdu!
Tekilayı tepsiye koydu ve adamın masasına doğru yöneldi. Yanlarından geçtiği üç masadan da ses çıkmamıştı ama yüzü servis yaptığı masaya dönük olan adam tam yanından geçtiği sırada “Bana da bir viski getirsene koçum…” diye seslendi. Barmen döndü, başıyla onayladı. Aklı hala yerini dolduramadığı kelimedeydi, haliyle elleri de bir hayli kaşınıyordu. O hale gelmişti ki, tepsi elinden kayıp gidecek gibi titriyordu!
Bir kaza çıkmadan tekilayı eli geldiğinden beri belinde olan adamın masasına bıraktı. Toplamda dördüncü tekilasıydı adamın. Ve artık emin olduğu üzere; adamın bir tabancası vardı…
Pek umursamadı, birkaç ay önce barda yalnızken uğradığı saldırı çoğu fobisini yenmesini sağlamıştı. Tabii bir ay boyunca hastanede yatmış olması bu “zafer”inin nazar boncuğu olmuştu ama her şerde bir hayrın olduğunu savunan anneannesine en sonunda katılmıştı. Birkaç aydır iyi kötü yürüttüğü ilişkinin müsebbibiyle hastanede yanlışlıkla odasına girdiğinde tanışmıştı…
Ellerinin kaşıntısı sürerken viskiyi biraz taşırarak da olsa bardağa koymuş, bardağı da tepsiye koyarak tepsiyi eline almıştı. Yüzünü buruşturdu, bu hissi hiçbir zaman sevmemişti… Belki de bu yüzden düşünce gerektiren işlerde hiç başarılı olamamıştı.
Bir kavga çıkabileceğini gözlemlemiyor değildi ama tetikte olmaktansa anlık müdahaleleri tercih ederdi. Bu yüzden iki saattir gür saçlı adama bakan kara kuru tenli, avurtları çökük, mavi gözlü ve birkaç günlük sakalı olan adamı çok da önemsemiyordu. Masasına viskisini bıraktıktan sonra dönüp tezgahı silmeye başladı. Tertemiz olan tezgahı defalarca silmesinin tek nedeni O’ydu. Aramak istemiyordu, çünkü bir yerden baktığında kendisini egoist olarak görüyor ve bu tavrını hayatındakilere de vurgulamak istiyordu. İnsanların kendisini çok kolay ulaşılabilecek, çabucak fethedilebilecek birisi olduğunu düşünmesini istemiyordu…
Dişlerini sıktı. Elleri artık acı verecek kadar kaşınıyordu. En son böyle bir hisse kapıldığında avuçlarını kaşıya kaşıya kanatmış ve bir kan gölü haline gelen avuçlarına bakarak dalıp gitmişti. Kendine geldiğinde bir hafta boyunca acıyacak olan kan dolu iki avucu ve unuttuğu bir derdi vardı.
Elindeki bez artık yırtılacak raddeye geldiğinde ne kadar hızlandığına şaşırdı. Temiz tezgahı silerken o kadar telaşlı davranmıştı ki… Birden gülümsedi, boğuk bir kahkaha attı. Aradığı kelimeyi bulmuştu!
Son buluşmaları çok telaşlı geçmişti. Alelacele birkaç öpücük, hızlı bir sevişme, ayaküstü bir muhabbet… Ve veda. Ve genç adama kalan tek şey tüm gecenin parası ödenmiş otel odası olmuştu.
Yaramazlık yapmayı isterdi, istemişti de ama garip bir biçimde çabuk bağlandığı bu güzel kadına karşı hayatında kendisine bile olmadığı kadar sadıktı. Bazen kendisini bir köpek gibi görüyordu, iş hayatında düştüğü bazı durumların da bu histe payı yok değildi tabii, genel olarak bir köpek dahi olsa mutlu bir köpek olmanın çok da kötü bir şey olmadığı izlenimine kapılınca rahatsızlığı da geçmişti.
Şimdi tüm kaşıntısı geçen, mutlu bir köpekti. Ve bu köpek susamıştı. Tezgahın altındaki dolabı açtı. Birkaç gün önce içtiği ve yarısı kalan şaraba uzandı. Eli buzlara değince yanmıştı. İrkildi, elini dolaptan çekti, avuçları kan içindeydi. Gözleri kararacak gibi olduysa da tezgaha tutunarak ayakta kalmayı başardı fakat elleri çok acımıştı. Bu acı genç adamı diriltti. Gözlerinden akan yaşlar, dudaklarına ulaştığında garip bir tat vardı… Bu tadın adını bulamadı. Acıyla başını kaldırdığında barın bomboş olduğunu gördü. Saate baktı, sekiz olmuştu. Gözleri fal taşı gibi açıldı, koşarak barın kapısına gidiyordu ki ayağı bir şeye takıldı ve yere düştüğünde çıkan gürültü tüm barda yankılandı. Ayağı burkulmuştu, bileklerini ovuştururken gözü ayağının takıldığı şeye kaydı. Gözleri daha da büyüdü. Dudaklarındaki tadın ne olduğunu anlamıştı.
Kan tadıydı.