İnsan sesi için bestelenmiş şarkılara arya denilirken, insan kalbi için yazdığı şiirlerine aşk’arya demeyi tercih eden bir suçlunun suçuna ortak oldum ben.
Suçumuz büyük!
İnsan iki şekilde konuşuyor evet, bir tanesi ağzından çıkan kelimeler, diğeri yüreğinden süzülenler. Hüseyin Bozkurt ise tek şekilde konuşmuş; ağzını susturup yüreğiyle bağırmış… Yüreğiyle dinleyenlere konuşmuş, en ücra sırlarını afişe etmiş…
aşınmış dudaklar kırmızı yoksulu
öptüğünüz yerlerden
demiş bal’ladında mesela, tüm eski aşklarına kendi ruhundan içten bir selam vermiş…
bu yağmur dikiş tutmaz
bu yağmur
bizim eve benziyor
diyerek bir öpücük yollamış çocuk çağlarına p’aryasında, ailesine dair aklındakileri dökmüş mısralara…
hangi ana dokunsam
yatağı değişen bir nehir gölgem
diyerek geçmişindeki belki de kimsenin dokunamayacağı derinlikteki hatıralarına boğulmadan yüzebilmemizi sağlamış top’tanda olduğu gibi…
Sadece aşk’aryalarıyla ulaşmamış yüreklere, medeni hayattaki mesleğinin ana teması olan matematiği uygulamış; bir sorunun çözümü için daima birden fazla şık vardır!
Meseller okumuş ruhumuza…
Sorunlarımızı çözmek için uğraşmış, kendi sorunlarını unutarak bir eski çağ filozofu gibi adeta, masallar şakımış şiir sokaklarında…
okyanus becerilerisiyle savrulan ırmak kadar donacağım
çıldır’da
sessizliğini taşıdığım kimsem olmayacak
bir meyveye salınan çiçeğ ağzında
birkaç köy tanıştığımız
kabahatin büyüğü bende aşkaydınım
sana köy olmuşluğum
bir sigara söndürsün artık kör karanlığa
diyor Anadolu kokan, sanki bizim yaşanmışlığımızı anlatan meselinde…
Binbir gece masalı gibi kırk bir mesel okuyor, her meselinde de masaldaki Şehrazat gibi güneşi doğurup aşkaydınına son bir kelam edip huzurundan çekiliyor… Meseller ilerledikçe şiirin şiddeti artıyor, şiddeti olur mu demeyin; oluyor. Daha güçlü bağırıyor şiir filozofu, daha yüksek tonda titretiyor ruhumuzun ücra odalarını… Birer birer yakıyor kibritlerini, savuruyor karanlığa, ilk meselinde söndürdüğü sigarasının peşinden binlerce sigara yakıyor, söndürüyor; ne fayda, o kadar karanlık ki kalbimizin odaları, ancak kırk birinci meselde çözebiliyor ruhumuzun buzlarını…
derin çığlıklar vardır sesimizin özünde
ateşle tanışığımız çok
… yanış bir ömre kulp …
hayatın taşıdığı yırtıklar… yende
tırnaklar çekildikçe
ahir zaman… düşünecek sözde
zayıf bir kalp taşırım… ömrümde sureler
bir ateş yakar göğsümde
damla damla eriyen şerbet
diyerek susturmuş mesellerini ve çekilmiş kağıtların huzurundan, teşhisimizi haklı çıkarmış; ateşle mısraları öpüştürmüş Hüseyin Bozkurt, alevi de bize kalmış…
Ve alevi söndürmek için uğraşırken daha da vurmuş bizi, “Gölgesi Ağrıyan Bir Memenin Suçuyum” diye kalın bir başlık kazımış gözbebeklerimize…
Kendini anlatmış bu sefer, ne aşk’aryasındaki gibi bir ümitsiz aşık misali çırpınmış kendini tanıtmak için, ne mesellerdeki gibi aşkaydınına yanmış; bu sefer kendini şiir masasına sunmuş, tüm çıplaklığıyla…
Öyle ya, aşkı da alırsak, ne kalır geriye ruhun çıplaklığından gayri?
hangi resme baksam
alı: eren
kara dul gibi
büyürdü evren
demiş içinde büyüttüğü düşlerine bir saygı duruşu mahiyetinde…
zayıflığı sen bil öksüzlüğe ver çalınmış ıslığımı
dönersem ani olsun çıkışım pencerenden
diyerek içinde biriktirdiği aşkının son kırıntılarını, son çırpınışlarını icra etmiş; sanki kendisini ikna etmekten geçmiş, karşıdakini iknaya girişmiş… Ümitsiz bir çırpınış, beyhude bir çaba; bize ise meyvesini yemek düşmüş…
eriyen çok şey olmuştur arada
şekilden şekile giren
aşk kılık değiştirmiş
aç bilaç ortada
demiş kendi aşka açlığını aşkın sırtına vurmuş, suçlamış onu ama biliyor bir yandan da tek suçlu kendisi, tekrar susmuş, şiir konuşmuş…
düştüğümüz seferde gözyaşları durulsun
yol uzun yolak
ay ışığı direnip
yalnızlığa bir bıçak çeksin
diyor artık sonlarda, kendini bir yola sürgün kılıyor, belki aşka vurgun. Kim bilir? Tekrar tekrar sevmeyeceksek ne diye şiire düşsün yolumuz; düşürdülerse vardır bir bildikleri… Bunu söylemek harcımız değil, bir bilen buyurduysa ve filozoflar konuştuysa bize de müziği dinlemek düşer, aşk’ın aryasını…